Ana içeriğe atla

Kulübe

 




“Doğanın taşından toprağına, havasından suyuna farklı bir etkileyiciliği var.” Derin bir nefes aldı. “İlginçtir, insan ise doğadan kendini her hareketiyle koparmaya çalışır. Ancak hiçbir zaman doğadan ayrı düşünülemeyecek ve yaşayamayacak olması da çabalarının yanında ironik. Bence doğanın bir parçası olduğumuzu fark ettiğimizde onunla tamamlanacağız. En azından bunu anlayabilen için geçerlidir bu durum.”


“İyi ama yine de yorucu olmayacak mı sizin için?”


“Elbette hayır. Aksine, bu yolculuk beni parçası olduğumuz doğa ile bütünleştirecek.” Gülümsedi. “Başka sorusu olan var mı?” Kahverengi gözlerini salonda gezdirdi.


Karşısında memnuniyet yüklü bir sessizlik vardı. Herkese teşekkür ettikten sonra adımlarını, salondan ayrılmak üzere birbiri ardına attı. Dinleyiciler dışarıya doğru grupça çıkıyordu. Biri hariç. Arkasından gelen adımların sahibinin kendisine seslenmesiyle duraksadı.


“Hocam, yapacağınız bu yolculuğun sonunda deneyimlerinizi paylaşacak mısınız? Eminim faydalanmak isteyen birçok kişi olacaktır.” Gözleri ışıl ışıl parlayan öğrenciye gülümsedi. Aslında bu soruyu daha çok kendisi için sorduğunu biliyordu. En sıkı takipçisiydi.


Engelleyemediği eğitimci yanıyla verdi cevabını. “Elbette. Kendi türümüzün ait olduğu yere, yani doğaya zarar vermesini istemiyorsak herkesi dünyamızdan haberdar etmeliyiz. Doğanın farkına varan insan orada kendini görecektir. Hem kim bilir yuvarlanan kartopu misali belki  doğanın farkındalığı da gittikçe büyür.”


Salondan ayrıldığında içerideki kalabalığın şimdi geniş bahçede öbek öbek dağılmış olduğunu gördü. Kiminin bir ağacın altında oturup arkadaşlarıyla güldüğüne tanık olurken kiminin ise ağacın kalın gövdesine sırtını yasladığını gördü. Gülümseyerek temiz havayı soludu. Kısa bir yürüyüşün ardından aracına bindi. Konferans salonundan uzaklaşırken yapacakları hakkında düşüncelere daldı.


Günün sonunda ise hazırlığını tamamlamış olmanın verdiği rahatlıkla verandaya çıktı. Gökyüzü, karanlığa teslim olmuştu. Yıldızlar parlayıp sönerken, koca evrene adeta göz kırpıyorlardı. Gecenin esintisi şehirden uzak verandaya ağaçların kendine has kokusunu taşıyordu. Yarın büyük bir gündü. Uzun zamandır hayalini kurduğu yolculuğun başlangıcı, hayatının ise sonu.

***

Genç kız, doğa aşığı hocasının yaşayacaklarının merakı içindeydi. Tıpkı onun gibi dağlarda yürümek, ağaçlar arasında uyumak, ilkel bir hayatı yaşayabilmek istiyordu. Doğasının dört duvar arasında yaşamak değil, dört tarafı ağaç, çiçek, böcek, deniz olan bir yerde yaşamak olduğuna inanıyordu. Uyurken beyaz tavanı izlemek değil, lacivert gökyüzünde parlayan yıldızları seyretmek ve onlarla konuşmak istiyordu. Hayalini gerçekleştiren biri vardı. O da hayalini kurduğu hayatı yaşayan üniversite hocasıydı. 


Geç saatlere kadar balkonundan gecenin karanlığını sessizce seyre daldı. Güneş, tüm bu karanlığı aydınlattığında bir günün daha kendini tekrar edeceğinin bilincinde olsa dahi bunu düşünmek istemiyordu. Hayatın akışına karşı duyarsızlaşmaya da başlamıştı. O an üst katından gelen kadının gürültülerini ya da alt katındaki balkonda oturanların sigara eşliğinde her gece yaptıkları gibi bu gece de hayatın sadece kötü yanlarını kanıtlama çabalarını duymuyordu bile. Alışmıştı tüm bunlara. Bu yüzden uzaklaşmak istiyordu kendisini saran bu tekdüze hayattan. Hayalini kurduğu hayatı yaşamak istiyordu: her hareketi mekanikleşmiş insan topluluğundan uzaklaşmak. Okuduğu kitaplar dahi doğanın içinde, eski zamanlara ait hikayeleri anlatan kitaplar oluyordu. Betonun dahi icat edilmediği, konar göçer o eski zamanlar. Sıkılmadan, tekrar tekrar izlediği ‘Yeni Hayat’ filminin çekiciliği de bu yüzdendi. Hem doğanın bir gizemi de vardı. Bir sonraki gün nelerle karşılaşacağının bilinmezliğinde yaşamak çok heyecanlı olmalıydı.


Gecenin ilerleyen saatlerinde hocasının hayatına imrenerek yatak odasına gitmek için ayağa kalktı. Yüzünü okşayan esintinin bayatlığından iğrendi. Şehirden uzak bir hayat diledi yıldızlardan. Gökyüzünden kayarken değil de böyle güzel parlarken karanlığın içindeki yıldızlar, dileğini söyledi onlara.


Gün aydığında hızlı bir kahvaltının ardından giyinerek kendini sokağa attı. Üniversiteye giden uzun yolu tercih etti her zamanki gibi. Beton yığınlarıyla çevrili asfalt yollar oldukça kısa olsa da kullandığı bu uzun yolu seçmesinin nedeni de yine aynı kısa yoldu. Üniversiteye vardığında soluklanmak için kısa süreliğine fakülte bahçesinde, gölgede kalan rahatsız edici sertlikteki banka oturdu. Fakülte bahçesini izliyordu. Binaya giren ve çıkanlar, bahçeye sonradan yapılan ve bir elbiseye yapılmış yama misali duran kantinin önündeki kalabalık, öbek öbek olmuş öğrenci toplulukları, ellerinde kamerayla videolar çekenler... Tüm bunlar gözlerinin önünde yaşansa da görmüyordu.  Öyleki kendisine yaklaşan adımları bile fark etmedi.


“Ne bu dalgınlık? O kadar seslendiğim halde  bir türlü beni fark edemedin.” Kız, sırt çantasını bankın kenarına bırakıp otururken gülümsüyordu. Sınıf arkadaşıydı. Aynı zamanda üniversitedeki ilk arkadaşı. Samimi olduğu da tek kişiydi.


“Birini arıyorum Buse.” Gözlerini kısa süreliğine arkadaşına çevirse de tekrar bahçeye dönmüştü.


“Burada mı? Neden odasına gitmiyorsun?”


“Çok yoruldum ve soluklanmak istedim. Hem odasında değilse o esnada fakülteden çıkabileceği aklıma geldi. Aslında bir bakıma burada kapı bekçiliği...” birden duraksadı ve tekrar arkadaşına baktı. “Kimi aradığımı nereden biliyorsun?”


Buse gülümseyerek arkasına yaslandı. “Ben buradaysam ve sen böyle istekli birini arıyorsan bu kişi kim olabilir?”


Buse ile birlikte güldü. “Çok sıkıldım.” Arkadaşının anlamsız bakışlarıyla karşılaşınca açıklama gereği duydu. “Şehir hayatından. Hem böyle bir fırsat varken bunu kaçırmak istemem.”


“Doğa yürüyüşü mü?” Oldukça şaşırmıştı. Bunu Buse’nin yüzünü gören herkes kolaylıkla anlardı. “İyi de seni kabul edeceğinden nasıl emin olabilirsin?”


“Kabul edeceği bir şey olsaydı o zaman sorduğun soruyu ben de düşünürdüm. Ancak bu yürüyüşü yapan yüzlerce kişi var. Kimsenin birbirinden izin aldığını sanmıyorum. Sadece kendisiyle gitmek istediğimi söyleyeceğim. Kabul ederse onunla etmez ise tek başıma yapacağım.”


“Bu çok tehlikeli olurdu.” 


“Evet,” diye karşılık verdi. “Umalım da kabul etsin değil mi?” Gülümseyerek tekrar gözlerini arkadaşından ayırarak fakülte kapısına çevirdi.


“Bir saniye, sen...” Buse arkadaşının gülümsemesinden anlamıştı. Bu çok tehlikeli olurdu evet. Belki de bu sayede kendisiyle gelmesini uygun görecekti. “Çok akıllısın Ezgi.”


“Teşekkür ederim arkadaşım.” Gece boyunca düşünüp kararını vermişti. Şehrin ve onun yapaylığından bunalmıştı. Aşığı olduğu doğanın içinde yaşamak heyecanlı olacaktı. Hem okuduğu onca kitaptan doğada nasıl yaşanılabileceği hakkında birçok bilgiye de sahipti. Ancak istediği gibi hocasıyla gidemeyecekti. Onun ardından gidecekti, duyduğu haber ile yıkılmış bir halde: “Ünlü doğa tutkunu Profesör Doktor Zafer Yılmaz yaptığı doğa yürüyüşünde hayatını kaybetti. Polisler cinayet olduğuna emin olduğu bu olayda incelemeyi gizlilik içinde yürütüyor.”

***

Deli dolu iki genç kız, ülkenin yedi bölgesinin bir çok yerinde gezmeyi henüz lise sıralarındayken hayatlarının yapılacaklar listesine eklemişti. Farklı şehirlerde kendilerine verdikleri aynı sözdü: Ülkenin yedi harikası olan yedi bölgeyi gezmek. Biri boş zamanlarında Türkiye haritasını açar rastgele bir şehir seçip araştırmaya koyulurdu. Diğeriyse kütüphanede kitaplıklar arasında şehir rehberi kitaplardan gözünü ayırmazdı. Ev ile okul arasına sıkışmış küçük hayatlarının büyük hayalini barındırıyordu o harita ve kitaplar. 


Nihayet üniversiteyi kazandıklarında bir nevi yolculuklarına da başlamışlardı. İlk durak ülkenin birçok açıdan en beğenilen bölgesiydi: Ege. İki genç kız da aynı üniversiteyi kazanan farklı iki şehrin insanıydı. Tanışmaları kendilerine verdikleri söz sayesindeydi.


Derslerin başlamasına bir hafta vardı. Rojda, yeşil gözlerini gezdirdiği haritadan kaldırdığında gideceği yeri seçmişti. Bu bir doğa yürüyüşü olacaktı. Kaldığı yurt odasından çıktığında adımları onu üniversite kütüphanesine götürüyordu. Her ne kadar internet üzerinden araştırmalarını yapmış olsa da eğer bu yolculuğa çıkacaksa yanına alabileceği kitabı seçmeliydi. Bir doğa yürüyüşünde telefonunun çalışıp çalışmayacağına emin değildi. Babasının koyunları güderken elindeki telefonu gökyüzüne uzatarak gezdiği zamanları hatırladı. Evet kesinlikle telefonuna güvenmemeliydi.


Kütüphanenin beyaz mermer basamaklarını çıkıp içeri girdiğinde bir süreliğine etrafına göz gezdirdi. Büyük kitaplıklar, bilgisayar başında araştırmalarını yapan öğrenciler, büyük bir sessizlik ve bir köşede duran kütüphane görevlileri ilk karşılaştığı görüntülerdi. Adımlarını görevlilerin olduğu yere doğru atarken bir metrelik yüksekliği olan platformun arkasında iki görevlinin yerinde olduğunu gördü. Kadın görevli yuvarlak çerçeveli gözlüklerini takmış elindeki kitabı yoğun bir dikkatle okuyordu. Rojda’nın üniversite dergisinde göz gezdiren diğer görevliye yönelmesi için geçerli bir nedendi. 


İstediği kitabın kütüphanede olduğunu öğrenince kendisine gösterilen bölüme doğru ilerledi. İşte aynı hayallere sahip farklı şehirlerin insanı iki gencin tanışmasına vesile olan bu kitaptı: Zorlu Yolculuk.


Rojda, istediği kitabı bir başkasının elinde görünce kendini tanıtıp kitabı neden istediğini ve ne kadar ihtiyacı olduğunu anlattı. Kısa bir sürenin ardından kampüs bahçesindeki göletli parkın yanı başında sıralı ağaçlardan birinin gölgesine oturmuş kitabı yeni tanıştığı arkadaşından dinliyordu. 


“Bir delilik yapacaksam o da bu yolculuk olmalı,” diyordu. Ve telefonuna not aldığı sayfaları açarak ilgisini çeken yerleri bir bir gösteriyordu. Bir arkadaşlığın başladığı noktaydı kütüphane. Sınıf arkadaşı olduklarını anladıklarında daha da yakınlaşacak ve dostluğa dönüşecek bir yolculuğa çıkacaklardı birlikte. Bir kaç ay sonra Profesör Doktor Zafer Yılmaz’ın ‘Doğanın Parçası İnsan” adlı konuşması için gittikleri konferans salonundan çıktıklarında birbirlerine baktılar. 


Rojda, “Aslı gördün mü? Adam tam bizim kafadan,” dedi güneş gözlüklerini takarken. 


“Kesinlikle! Bir de onun her hafta yazdığı blogunu okumalısın. Yaz tatili öncesi bizim planladığımız yolculuğun aynısına hazırlandığını biliyor muydun?”


Rojda şaşkınlığını gizleyemedi. Aynı zamanda mutluluğunu da. “İnanamıyorum. Sadece kendimi deli zannederken şimdi ikinci bir deliyle daha karşılaşıyorum.”


Kaldırımda yürüyorlardı. Aslı, karşıdan gelen bir grup insana yol verirken gülüyordu. “Eh, buna delilik denirse. Ayrıca üçüncü demeliydin.”


Rojda arkadaşının omzuna dokundu. “Doğru. Bir an önce yazdıklarını okumalıyım.” Güzel, güneşli günün tadını çıkarmak için şehrin ağaçlarla kaplı mesire alanına doğru yürüdüler.


O gece, yurt odasında herkes uyurken dizüstü bilgisayarın ışığı yüzüne vuran bir kişi vardı. Rojda, profesörün özellikle doğa yürüyüşü hakkındaki yazılarını okuyordu. Onunla gitmeyi ne kadar çok isterdi. Günün sonunda karar vermişti. Onunla gidemezdi evet. Ama eş zamanda gidebilirdi. Bu fikrine Aslı da katılınca iki genç kız hazırlığa başlamışlardı bile. Şimdi sıra profesörün ne zaman yola çıkacağını bulmayı öğrenmekteydi. Bunun için onu yakından takip ediyorlar ve her konuşmasını dinlemeye gidiyorlardı.


Mayıs ayının başlarında üniversite hocasının bir konferansı daha olmuştu. O gün insanın doğanın bir parçası olduğuna olan inancını ve doğa ile bir bütün olmak için yapacağı yolculuğu söylediğinde Rojda’nın gözleri parlıyordu. Konuşma bitip soru cevap kısmına geldiğinde Rojda, Aslı ile daha önce konuştuğu ve cevaplayamadıkları bir konu hakkında sorusunu sordu. 


“İyi ama yine de yorucu olmayacak mı sizin için?” Nitekim sorusunun cevabını da almıştı. Hem, insanlar hayalinin peşinde koşuyorlarken yorulmazlardı. Nihayet öğrenciler salondan ayrılırken Rojda, gözleriyle profesörü takip ediyordu. Ona yaklaşan bir öğrencinin sorduğu soruyu duyduğunda cevabı kendisi de merak etmişti. Profesörün deneyimlerini paylaşacak olmasına oldukça sevinen sorunun sahibi genç kadın gibi Rojda da çok sevindi. Ayrıca kendisine bir ödev daha çıkmıştı. Zorlu yürüyüşün ardından okunacak sayfalar dolusu blog yazısı onu bekliyordu. Belki de aynı sayfalarda kendisi de olurdu. Bunun düşüncesiyle oradan ayrıldıklarında iki genç kız da oldukça mutluydu.


Yolculuklarının ne zaman başlayacağı belli olmuştu. Yaz tatiline 2 hafta vardı ve sınavlar bitmişti. Bu onlar için mükemmel bir zamandı. Plan hazırdı. Profesörün tüm yazılarını okumuş, konuşmalarına katılmışlardı. Aynı zamana denk geldiklerindeyse beraber bir doğa yürüyüşü olmasa da arada bir profesörle görüşebilirlerdi. Tesadüf bahanesi üzerine kurulu bu plan  karşılarına çıkan bir sorunla tökezleyecekti. Profesör kendi aracıyla konuşması biter bitmez yola çıkmıştı ancak kendilerinin ona yetişebileceği bir araçları yoktu. Bir sonraki otobüs üç saat kadar sonraydı. Rojda, profesörün ardından gecikeceğini düşününce üzüntüsünü gizleyemedi.


“Biraz gerisinde olacağımız doğru. Biraz hızlı ve oyalanmadan yapacağımız yürüyüş bizim profesörün kamp yapacağı bir alanda karşılaşmamızı sağlayabilir. Bu da tesadüf bahanesini daha inanılır kılar Rojda. Üzülme.”


“Ama çok düşük bir ihtimal. Aramızdaki zaman farkı çok fazla. Biz ilerliyorken kendisi de ilerleyecek.” Elbette bu yürüyüşü yapacaktı. Yıllardır hayalini kurduğu ve bir yıldır planladığı bir şeydi bu. Ancak rehberin ellerindeki kitabın yanı sıra Zafer Yılmaz’ın olması paha biçilemez bir fırsat olacaktı onun için.


“Yanılıyorsun Rojda. Yazılarına ve konuşmalarına oldukça hakimsin. Profesörün ‘doğa ile bir olmak’ diye nitelendirdiği bu fırsatı, tadını çıkartarak yapacağını sen de kabul edersin. Yani biz daha az çevremizdeki manzaralara takılırsak -en azından aramızdaki farkı kapatana kadar- ona yetişebiliriz.” 


Düşününce biraz olsun neşesi yerine gelen Rojda zaman kaybetmeden biletleri ayarladı ve tahmin ettiği süre sonunda yolculuğun başlangıç noktasına varmışlardı.


Nihayet uzun ve zorlu bir doğa yolculuğu başladığında büyük bir sevinçle yürüyorlardı. Yeşilin her tonuna sahip yolun etkileyiciliği ölçülemezdi. Rojda, sağında batan güneşe ve onun yakmayan sıcaklığına minnettar bir şekilde gülümsedi. Durmayacaklardı. Bu manzaranın tadını uzun uzadıya çıkarmak için bulundukları yere kamp kurmayı o kadar çok istiyordu ki... Ancak profesörün rehberliğinde ilerlemek ve bu manzara ile birden çok kez karşılaşacak şansa sahip olmak iki genç kızın da içlerini rahatlatıyordu. 


Güneşin ısıttığı yüzünü ayakları altındaki Ege’nin sularına çevirdi ve derin bir nefes alarak tekrar önüne döndü. Engebeli ve kimi yerlerde eğimli yollardan dolayı zorlansalar da ağaçların arasından esen denizin tuzlu havası ve temizliği ciğerlerinin yorulmamasını sağlıyordu. Güneşi arkalarına aldıklarında gökyüzünün turuncuya dönmesine pek kalmamıştı. Rojda’nın önceki araştırmalarına göre yakın bir yerde kamp alanı olmalıydı. Elbette kamp alanı olarak ayrılmış bir yer değildi. Bir su kaynağına yakın düzlüktü ve insanlar genellikle orayı geceyi geçirmek için kullanıyordu. Oraya kadar gidip profesöre orada yetişmek umuduyla devam ettiler.


Bir köyü henüz geçmişlerdi ki hayvanlarını otlatan yaşlıca bir adamın yol kenarında bir türkü tutturduğunu gördüler. “Bağlamamın düğümü/ İsterler güldüğümü/ Sağ yanım yastık ister/ Sol yanım sevdiğimi.”


Çakıllar üzerinde ayak sesini duyduğunda türküsü yarım kalan adam gülümseyerek iki genç kıza döndü. 


Kısa süren bir merhabalaşmanın ardından Rojda, “Yakınlarda su kaynağı olan bir yer var mı?” diye sordu.


“Var kızım. Buradan pek de uzakta değil. Karanlık çökmeden varırsınız.”


Gidecekleri yerin yakın olduğunu anlayınca biraz soluklanmak ve denizi biraz olsun seyretmek için durmaya karar verdiler. “Oturabilir miyiz?” Yaşlı adam başını usulca salladı. Aslı “Ne kadar güzel türkü söylüyordunuz. Böldüğümüz için çok üzüldüm.”


Yaşlı adam elindeki ağaç dalından destek alarak hafif doğrulup gülümseyişiyle üzülmemesi gerektiğini anlatırken iki genç kızın aklından bir tek şey geçiyordu: ‘Ne kadar da sıcakkanlı ve sevecen biriydi.’ Aslı, bunun nedeninin doğanın kendisinde saklı olduğunu düşünmeden edemedi.


Bölgenin ağzıyla konuşan yaşlı adam “Ne taraftan geliyorsunuz?” diye sordu.


“Benim memleketim Bitlis, arkadaşım Aslı ise Ankara’dan geliyor.”


“Bitlis, henüz çok küçükken oradaydım. 75’ten 77’ye kadar askerdim o küçük şehirde.”


Aslı şaşkınlıkla “İki yıl,” dedi. 


“Hâlâ küçücük bir şehir Bey Amca.”


“Aslında yirmi aydı. Oldu bir aksilik de uzadı dört ay. Bir gölü vardı bir kez gördüğüm. Pek birşey de anlamadım ya. Şu kadarcık çocuktum gittiğimde. Asıl doğum elli beş benim güzel kızım. Ancak büyük yazmışlar beni nüfusa. Anlamadım pek, memleketin bir ucundan bir ucuna gidince o yaşta.”


Kısa ama güzel bir sohbetin ardından kalktıklarında “Ben hemen gerinizde kalan köyde yaşıyorum. Kırmızı çatılı ilk ev benim. Gerçi yolunuz güneye durmadan devam edecek ama...”


“Sağ ol Bey Amca. Her şey için çok teşekkür ederiz. Biz hava kararmadan varalım kaynağa. Kamp kuracağız daha.” 


“Allaha ısmarladık kızım.”


Henüz arkalarını dönmüşlerdi ki Rojda durdu ve yaşlı adama dönerek profesörün buradan geçip geçmediğini onu tarif ederek sordu. Ancak yürüdükleri patikadan bozma bu yola yeni çıkmıştı yaşlı adam. İki genç kız sırtını çevirdikleri güneşten adım adım uzaklaşırken yaşlı adamın sesi tekrar geliyordu kulaklarına. 


“Amanın amanın bağlamamın telleri/ Açıldı mı has bahçenin gülleri/ Türkmen kızı gınalar yakmış eline/ Sarılaydım o incecik beline”


“Küçücük bir oğlanken askerlik yapmak, hem de iki yıl süreyle. Askerden çıktığında bile askerlik yaşına daha iki yıl kadar varmış Rojda.”


“Eskilerin çocuklarını erken yazdırıp bir an önce askere gidip gelmesini, evini kurmasını isterlermiş. Hoş ben de başkalarından duydum. Ancak büyüklerimizin ne kadar genç yaşta evlendiğini görünce mantıklı da geliyor.”


“O zamana göre evde kalmışız desene.” İkisi de gülüyordu. Su kaynağına vardıklarında bir kamp çadırını gördüler. Bu olmalıydı. Hızla yürüdüler. Fakat çadırın Avrupalı bir aileye ait olduğunu gördüklerinde istemsizce asılmıştı yüzleri. 


Daha fazla ilerleyemezlerdi. Kamp kurmak, dinlenmek ve mataralarını doldurmak zorundaydılar. Masmavi gökyüzü turuncunun koyu tonlarına boyandığında çadırları kurmuş, kuyudan soğuk suyu çekmişlerdi. Deniz geride, dağın ardında kalmıştı. Küçük bir ateş yakıp oturduklarında Rojda, kütüphaneden aldığı kitabı incelemeye koyuldu. Belki de çok sonraları yetişeceklerdi profesöre. Belki de hiç yetişemeyeceklerdi. Bunun için içinde yolun haritasının da olduğu bu kitap öncelikli rehberleriydi. 


Karanlık iyice çöktüğünde lacivert gökyüzünde asılı yıldızlar bir bir göz kırpmaya başladı. Komşuları çoktan çadırlarına girmişti. İyice yorgun düşen Aslı artık yatmalarını söylediğinde elindeki fenerin ışığını kitapta tutan Rojda biraz daha kalacağını söyledi. 


İlerleyen saatlerde havanın serinlemesiyle ve ateşin artık köz haline dönmesiyle çadıra geçmek isteyen Rojda, odun parçalarının karanlıkta parlayıp duran kızılımsı ateşini söndürmek için doğrulmuşken  arkasında bir çıtırtı duydu. Sesin geldiği yere odaklansa da görünürde bir şey yoktu. Fenerini alarak o yöne birkaç adım attı. Sesin bu kadar yakından gelmesi onun sesi kontrol etmesi gerektiğini düşünmesine yol açmıştı. Çadırlarının yakınında gezinen bir hayvan olduğu kesindi. Ancak bu hayvanın korkutularak uzaklaştırılması ya da yırtıcı bir hayvansa gerisin geri gelmesi gerektiğini düşünüyordu. Fenerin ışığının karanlıkta aydınlattığı her şey cansızdı. Toprak, ağaçlar, taşlar...  karanlıkta bir hareketi fark etmesi ve çığlık atamayacak kadar hızlı gözlerinin kararması saniyeler sürmüştü.


Gecenin ilerleyen saatlerinde Aslı, çadırına düzensiz aralıklarla değen bir cismin sesiyle uyandı. Yanında arkadaşı yoktu ve çadırın önünde de bir ışık görmüyordu. Telefonunu alarak saate baktığında gecenin dördü olduğunu gördü. Arkadaşına seslendiğinde ise cevap alamayınca çadırdan dışarı çıktı. Odunlar kömürleşmişti. Kitap sayfaları açık bir şekilde kenarda duruyordu. Hava iyice serinlemişti. Ay ve yıldızlardan başka ışık kaynağının olmaması etrafını görmesine pek yardımcı olmasa da arkadaşının yakında olmadığını gösterecek kadar ışık saçıyorlardı. Her seslenişi karşılıksız kaldı. Karanlığa doğru bir kaç adım attıktan sonra gördüğü küçük bir ışık huzmesi gördü. Kitabın yanında fenerin olmadığı aklına geldi. Bu Rojda olmalıydı. Hızlı adımlarla ışık huzmesine doğru ilerledi. 


Nihayet el fenerine ulaştığındaysa korkusu bir kat daha arttı. Fener çamur içinde yerdeydi. Eğilip feneri yerden alarak etrafına tuttu ancak bir şey göremiyordu. Komşu çadırdan bir kişi dışarı çıkıp etrafına bakındıktan sonra bir şeyler söylenerek içeri girdiğinde Aslı karanlığa doğru arkadaşını bulmak için ilerliyordu. Henüz çok uzaklaşmamıştı ki bir kıpırtı duyunca olduğu yerde kalakaldı. El fenerini sesin kaynağına doğru tuttu. Bir karaltıdan başka bir şey değildi gördüğü. Yaklaştıkça bu karaltının bir ağacın dibinde durduğunu gördü. Hareketleri bir ağacın yaprağı gibi yavaştı. Aslı korkmaya başlamıştı. Korkusu onu gördüğünde daha da artacaktı. Karaltı Rojda’ydı.


Koşarak yanına geldiğinde arkadaşını kalınca bir ağacın gövdesine bağlı bir şekilde yarı baygın gördü. Aynı anda karanlığın içinde bir çığlıktı kopan kendi bedeninden. Arkadaşının yanına çöktü ve onu uyandırmaya, aynı zamanda çözmeye başladı. Uzun parmakları sert halatın üstünde çırpınırken bir yandan da arkadaşına uyanması için yalvarıyordu. Nihayet halatın düğümü açıldığında kendine biraz olsun gelen Rojda ağzındaki bez parçasından kurtulmaya çalışıyordu. Az sonra gözleri korkudan fal taşı gibi açılan Rojda ipten kurtulmak için çırpınıyor Aslı’ya belli belirsiz sesler çıkartıyordu. 


Aslı, arkadaşının ağzının bağlı olduğunu görmüştü ancak olayın şokuyla bez parçasını çözmek yerine halata gitmişti elleri. Şimdiyse yaptığı hatayı fark etmiş özür dileyerek bez parçasına tutmaya çalışıyordu. Halattan çektiği elini bez parçasına götürürken karanlığı delen çeliğin keskin parıltısı uzun parmaklarını hareketsiz bıraktığında bir görüntü vardı gözlerinde. Rojda’nın kızıla boyalı yüzü. Hissettiği ise acı değil sıcaklıktı: boynundan göğsüne doğru akan sıcaklık.

***

Karanlıktan bir ses “Kim var orada?” diye bağırdığında Rojda bedenini ağacın kalın gövdesine bağlı tutan halatlardan kurtarmış karanlığa doğru koşuyordu. 


“Yardım edin, imdat!” koşuyordu, koşuyordu. Kısa bir boğuşmanın ardından koluna aldığı kesik darbesinin ve arkadaşının gözleri önünde öldürülmesinin acısı birbirine karışmıştı. Arkasındaki katilin peşini bıraktığını bilmeden koşuyor, bazen tökezliyor bazen ise bir ağacın dalı yüzüne çizikler atıyordu. Karanlıkta gördüğü ve kendisine seslenen ışık kaynağına doğru koşuyordu. 


Nihayet ışık kendini gösterdiğinde bir ormancının elinde tüfek ile kendisine doğru geldiğini gördü. Rojda şok içindeydi. Ormancı, korkulu gözlerle kendine bakan genç kızın arkasına -karanlığa-  tüfeğini tutarak bakınsa da bir tehlike göremedi. Ancak kız tam tersini gösteriyordu. Kolu ve yüzü kanlar  içinde bir kız onu kurtarması için yalvarıyordu. Ormancı, Rojda’yı kulübesine götürüp jandarmayı aradıktan hemen sonra bir su verip yarasına bakmak için önünde eğildiğinde genç kızın gözlerinden akan yaşlarda korku görüyordu. Hayatında bir kez olsun böyle bir korkuya şahit olmamıştı. 


“Neler oldu ormanda? Tamam, biraz acıyacak ancak sarmam lazım. Kanaman var. Yüzünü de silmeliyim. Neyse ki sadece kolunda bir kesik var. Korkma. Artık güvendesin. Jandarma birazdan burada olur. Komutan beni iyi tanır. Direkt onu aradım. Şu battaniyeyi üstünden düşürme emi kızım. Hay Allah, ne yaşadın be kızım. Neler oldu böyle? Bir domuz ya da başka bir hayvanın yapacağı bir kesik değil bu.” Kolunu iyice sarıp yüzüne sildiğinde her silinen gözyaşını yenisi dolduruyordu. Ormancının gözlerinde acının yanı sıra ne olmuş olabileceğini tahmin eden bir bakış vardı. Farklıydı gözlerindeki anlam. Ancak Rojda bunu fark edecek durumda değildi.



Rojda, başından geçen o korku dolu anları anlattığında ormancı dehşet içindeydi. Kulübenin kapısını kilitleyerek tekrar kızın yanına geldi. “Komutan geldiğinde arkadaşının yanına gideceğiz. Merak etme kızım. Merak etme.” 


Rojda, gözlerini diktiği kapıdan gözlerini ayıramıyordu. Korku içinde kapının açılacağını ve o katilin yarım bıraktığı işi tamamlayacağını düşünüyordu. Ne kadar öyle kaldığını hiç hatırlamıyordu. Ormancı ise genç kızın rahatlaması için yanından ayrılmıyordu. Dakikalar birbiri ardına hızlıca akıyordu.


Ahşap kapının tok sesi geceyi doldurduğunda komutanın askerleri etrafı gözlüyordu. İçerden ses gelmiyordu. Bir kaç denemenin ardından kapıyı zorlayarak açan komutan yerde yatan iki kişiyi gördüğünde çoktan tüm askerlerine etrafı aramaları için emir vermişti. Ormancı eli tüfeğe uzanmaya çalışır vaziyette kanlar içinde yatıyordu. Rojda ise göğsündeki çeliği tutan elleriyle sırt üstü bir sedirin üzerinde yatıyordu. Bir bacağı sedirin üzerinde diğeriyse boşlukta asılı duruyordu.

***

Ezgi, profesörün öldürüldüğünü duyduğunda vakit kaybetmeden dağ yolunun girişine gelmişti. Etrafta kırmızı mavi ışıklar ve bir sürü mavi otomobil duruyordu. Meraklı bir kalabalığın yanı sıra etrafta gezinen jandarmalar dağ yoluna kimsenin girmemesini sağlıyordu. Her şeyi hızlıca kafasında kuran Ezgi ilk adımını geriye doğru attığında oldukça kararlıydı. Oraya askerlerin olmadığı bir alandan girecek ve profesörün öldürüldüğü yere gidecekti. Tüm bunları istemsizce, otomatik bir şekilde yapıyordu.


Nihayet yola koyuldu. Yaklaşık altı saatlik yürüyüşün ardından vardığı yerde öncekinden daha az bir kalabalıkla karşılaştı. Gizlice ilerleyerek kamp kurabileceği yüksek bir alana eşyalarını bıraktı. Daha sonra kalabalığa yaklaşarak neler olduğunu anlamaya çalışsa da konuşulanları duyamıyordu. Bir kulübenin etrafında duran beyaz tulum giymiş insanlar karıncalar gibi sarmıştı her yanı. Bu giysileri bir çok dizide görmüştü. Yoksa profesör burada mı öldürülmüştü? 


Uzun bir sürenin ardından kulübe kapısı açıldığında içeriden gece siyahı saçları omuzlarından aşağı dökülen bir kadın ve ardından çıkan saçları dağınık, yatağından yeni kalkmışçasına duran ancak oldukça dikkatli gözlerle etrafı gözleyen bir adam göründü. Biraz daha bekleyip kulübeye girmenin yollarını düşünen Ezgi bir hareketlilik olduğunu fark ettiğinde düşüncelerinden uzaklaşarak kulübeye odaklandı.


Kulübeden iki maktulün çıkarılması Ezgi’yi allak bullak etmişti. Haberde iki cinayetten bahsedilmiyordu. Yoksa bahsediliyor muydu? Profesörün öldürüldüğünü öğrenince dikkati dağılıp da haberin tamamını okumamış olabilir miydi? Bu konuda kendine güvenmiyordu. Peki ama profesör neden bir kulübede kalsın ki?


Hızla kamp alanına doğru yola çıktı. Keçi ve çobanların zamanla oluşturmuş olduğu yol dar olmasına rağmen oldukça kullanışlıydı. Çadırının olduğu düzlüğe varmak üzereyken yumruk büyüklüğündeki taşa dengesizce basınca yere kapaklandı. Sinirleri iyice gerilen Ezgi yüzükoyun yattığı yerden kalkıp oturduğunda gözyaşlarının akmasına izin vermişti.


Çevresindeki sık ağaçlar sanki onların mahremiymiş gibi saklıyordu bulunduğu yeri. Deniz usulca uzanıyor ufukta birleşiyordu gökyüzüyle. Tüm bunların huzur vermesi gerekmiyor muydu? Her zaman istediği hayat önünde değil miydi? Şimdiyse tüm bu görüntüler buğulanıyordu. Gözyaşlarını silmek istemiyordu. Ağaçların, denizin ve uçuşan kuşların güzelliğini görmek istemiyordu. 


Bir anda gelen sirenlerin çığlığı Ezgi’yi kendine getirdiğinde toprak zeminden destek alarak kalktı ve hızla çadırına girdi. Ardından telefonunu çıkartarak profesörün haberini buldu. Okuduğu ‘Günümüz Doğasında Yaşam Rehberi’ kitabı sayesinde tepeye kamp kurmanın önemini bir kez daha hissetmişti. Telefon oldukça iyi sinyal alıyordu. Haberi okumaya başladı. Ancak bir sorun vardı. Başka bir cinayetten bahsedilmiyordu. Ayrıca inceleme amaçlı profesörün cansız bedeninin adli tıpa götürüldüğü de haberin içeriğindeydi. O zaman az önce gördükleri neydi? Vücut ısısının arttığını hisseden Ezgi halsiz bedenini dışarı sürükledi. Hava almaya ihtiyacı vardı; soluklanmaya, tüm bu yaşadıklarının gerçek olup olmadığını anlamaya. 


Düşünceler içinde boğuşurken kulağına çalınan ayak seslerine tedirginlikle baktı. Bir kaç metre aşağıda yürüyen bu iki kişiyi az önce kulübeden çıkarken görmüştü. Kadın yanındaki adamla tartışıyor gibiydi. Adam ise çok az konuşuyor ve gözlerini etrafı incelemekten ayırmıyordu. Adamın bir anlığına kendi kamp alanına doğru bakındığını görür gibi olsa da aşağıdan görülmesinin imkansız olduğunu biliyordu. Yine de istemsizce saklandı. Buradan zorla ya da değil ayrılmak ve fark edildiğinde tehlike durumu zırvalarını duymak istemiyordu. 


Kısacık bir an yakınından geçerlerken kulübeden çıkan bu iki kişinin konuşmasına şahit oldu. Onları takip etmesine yetecek kadar şey duymuştu.

***

Dedektif Nazım ve Başkomiser Buket adımlarını patika yolda birbiri ardına atarken çam ağaçlarının arasından ilerliyorlardı. Reçine kokusu Nazım’ı keyiflendirmişe benziyordu. Buket, bulunduğu yerin güzelliğini inkar etmese de burada olma nedenleri onu rahatsız ediyordu. Karşılarında seri cinayetler işleyen bir katil vardı. Art arda geçen iki günde dört kişi öldürülmüştü. Dosyadaki diğer cinayetleri de ekleyince sayı iki katına çıkıyordu.


“Sekiz cinayet Nazım. Katil bu kadar rahat bir şekilde cinayet işleyebiliyorsa buraları iyi biliyor olmalı.” Buket’in ardından gelen sesi sadece Nazım duymuştu. Nazım bir şey olmamışçasına ilerlemeye devam ediyordu. Ezgi ise arkalarından yürümeye başlamıştı.


“Katilin kim olduğunu gördün başkomiserim.”


Buket kaldırdığı kaşlarının altından Nazım’a bakıyordu. “Ve bunun farkında değilim öyle mi?” Kısa bir sessiz duruşun ardından konuşmasına devam etti. “Her katil olay yerine gelmez Nazım. Bu sadece polisiye eserlerinde sıkça kullanılan ama gerçek hayatta oldukça az gerçekleşen bir durum. Bunu benden iyi senin biliyor olman lazım. Ayrıca olay yerine gelenleri dikkatle inceledim olurda onlardan birine tekrar denk gelirsek...”


“Elbette başkomiserim.” Buket sözünün kesilmesine aldırış etmeden dudaklarını tekrar birbiri üstüne bastırdı. Bir sonraki cinayetin işlendiği yere geldiklerinde sadece ağaçların çevresine gerilmiş sarı bantlar duruyordu.


“Nazım, bir şeyi açıklığa kovuşturmanı isteyeceğim. Ormancının kulübesinden çıkarken kapı eşiğinden içeriye doğru söylediklerin de neydi öyle?” Buket, o anı tekrar anılarında canlandırıyordu. Ahşap kapının eşiğinden geçerken içerideki birkaç objeyi göstererek olay yeri ekibine objelerin oldukça önemli olduğunu ve dosyanın kapanmasını sağlayacağını söylemişti. 


“Seni tanıyorum. Dosyayı kapatacak kadar önemli bir delili ilk gören sen isen dosya kapanana kadar onu söylemezsin. Ayrıca gösterdiklerin nasıl delil olabilir. Yerinden hiç oynatılmamış birkaç duvar süsüydü sadece.”


Nazım gülümseyerek eğildi ve daha önce incelediği toprak zemindeki ayak izine bir daha baktı. 


“Nazım? Hala cevap bekliyorum.”


Nazım ayağa kalkarken hâlâ gülümsüyordu. Kısa süreli anlamsız bakışların ardından Buket’in gözlerine dedektifin planını anladığı yansıyordu. 


“Balık yemi.” Kaşlarından biri istemsizce kalkmış başı ise hafif yan duruyordu. Nazım, Buket’in bu hâlini kendi literatürüne ‘doğru anlamış mıyım?’ anlamına gelen hâl durumu olarak kaydetmişti.


“Eğer olay yerine geldiyse aynı kişiyle bir kez daha nerede karşılaşabiliriz? Başka bir cinayeti mi bekleyeceğiz? Ayrıca başkomiserim aynı olay yerine bugün gelenlerin birçoğu yine gelecektir. Çünkü neredeyse hepsi bu civarda yaşıyor.” Buket, bu doğru açıklamanın ardından az da olsa kendine kızmıştı. 


“Ancak başkomiserim, yemi yutan balık olay yerini hemen terk etmek istemeyecektir.”


“Ve katil kendi ayaklarıyla sana gelecek öyle mi?” 


“Zamanı gelince göreceğiz. Henüz kahvaltı bile yapmadık. Buraya yakın bir yer biliyorum.” 


“Anlaşıldı. Katili yakaladığımızda o kafanın içindekileri ortaya sereceksin. Her zamanki gibi.”


İkisi de gülümseyerek dönüş yolunda ilerlerken Ezgi, profesörün öldürüldüğü olay yerinde bir süre oyalandı. Ardından o da kendi dönüş yolundaydı.


Birkaç saat sonra Nazım ve Buket tekrar kulübenin önüne geldiğinde meraklı kalabalık oldukça azalmıştı. Buket önceki kalabalıktan kalan üç kişinin hâla sarı şeritlerin gerisinde durduğunu gördü. Kısa ve tıknaz bir adam, uzun boylu oldukça sert bakışlara sahip bir diğeri ve gözlüklü, uzun boylu, yapılı sonuncusu. “Sanırım katil üç kişi?” 


“Bu da bir seçenek olabilir başkomiserim.”


“Gözaltına almaya ne dersin? Nedenini sorduklarında daha fazla merak ettiklerini söyleriz. Böylece müdüre adımıza güzel bir şikayet de gitmiş olur. Hem bakarsın bize üstün başarı belgesi de verirler. Durduk yere gözaltına alma konusunda başarılı olduğumuz kesin.”


Nazım üç meraklı adamı da gözaltına almayı düşünmüyordu ancak yine de  bir gerçeği söylemesine engel değildi bu düşüncesi. “Durduk yere gözaltına aldıklarımız bize katili bulmamız için çok yardımcı oldu başkomiserim.” 


“Elbette. Aynı zamanda birimimizin şikayet sayısını artırmaya da çok yardımcı oldu.”


Olay yeri incelemeden Mehmet yanlarına geldiğinde konuşmaları bölündü. “Başkomiserim işimiz bitti. Toplanıyoruz.”


“Tamam Mehmet.” Buket, Nazım’a döndü. “Gözaltına alınan bir kişi olmayacak Nazım. Burada bir ekip bırakıp gidiyorum. Sen de kendine dinlenecek bir yer bul.”


Ormancının kulübesi sessizliğe tekrar gömüldü. İki polis dışında kimse kalmamıştı. Üç meraklı da oradan ayrılırken Nazım onlara bakıyordu. 


Hava karardığında denizin serinliği ormanın derinliklerine süzülmüştü. Ezgi ateş yakmak istiyorsa da buna cesaret edemiyordu. Çadırının önünde ay ışığının altında oturmuş düşünüyordu. Gün boyu benzer cinayetleri araştırmış aynı zamanda son üç cinayetin haberini de görmüştü. İkisi kendi üniversitesinde okuyan genç kızdı. Diğeriyse ormancı. İnsanı düşündü. Bir de doğayı. Hayır asla iyileşmeyecekti bu dünya. Zehri insandı çünkü. 


Düşüncelerine daldığı esnada serinliğin de etkisiyle karanlıktan gelen çatırdama sesi Ezgi’yi korkuyla sol yanına yönetti. “Kim var orada?”


Bir karaltı kendine doğru yürürken bin bir şey düşündü zihni. Okuduğu haber sayfalarında kendi adı da geçecekti. Doğa aşkı onun da sonu olacaktı. Ne demişti kendine? ‘Hem doğanın bir gizemi de vardı. Bir sonraki gün nelerle karşılaşacağının bilinmezliğinde yaşamak çok heyecanlı olmalıydı.’  Heyecanlı değildi. Ayrıca bir sonraki gün bile henüz doğmamıştı. Peki bir daha doğacak mıydı güneş, görecek miydi güneşi bir kez daha? Tüm bu düşünceler zihninde dolanırken geçen zaman birkaç saniye sürmüştü. Düşüncelerinin silinmesi ve yerini meraka bırakması da aynı hızda gerçekleşti. Karaltının iki adım sonra ağacın gölgesinden ayrılıp ay ışığında görünmesiyle tuttuğu nefesi verip derince soluklandı.


“Merhaba. Adım Nazım. Dedektif Nazım.”


“Ben... sizi... sandım ki...”


“Katil. Evet, olabilirdim. Hem oldukça kolay bir av olurdun benim için.”


“Özür dilerim. Yasak olduğunu biliyorum ancak o benim öğretmenim. Hem de en sevdiğim öğretmenim.”


“Buna şaşırmamalı. Ancak yine de tehlikeli bir şey yaptığın gerçeğini değiştirmiyor.”


“Gerçekten özür...”


Konuşmasını kesen Nazım’ın aniden havaya kalkan işaret parmağıydı. Sessiz adımlarla Ezgi’nin yanına yaklaşarak kulübeye doğru bakıyordu. Kısık sesle “Burada olmamalıydın. Madem burdasın artık sessiz olmalısın. Şunu görüyor musun?” dedi.


Ezgi, Nazım’ın baktığı yöne döndü. Kulübe ve az ilerisinde bir polis otomobili duruyordu. Ancak bir süre sonra o da dedektif gibi kulübenin arkasındaki hareketlenmeyi fark etmişti. Ayı olduğunu düşündüğü karanlık cisim hayvan olamayacak kadar atletik hareket edince onun bir insan olduğunu anladı. Az sonra o karanlık cisim kulübenin içine girmişti. Nazım hızla telefonunu çıkardı ve ışığını üç kere havada salladı. Ardından otomobilden inen iki polis hızla kulübeye yöneldi. Kısa süre sonra bir iki el silah sesinin ardından kolunu tutan bir polis memuru ve yerde sürükledikleri bir adam görünmüştü. 

Nazım, artık kamp kurmanın en azından bu gece için güvenli olduğunu söyleyip oradan ayrıldığında Ezgi güneşin doğuşuna kadar uyuyamayacağını biliyordu.

Polis merkezine getirilen adam sorguya alındığında her şeyi inkâr etse de adli tıptan gelen bilgiler ve şüpheliden alınan parmak izlerinin maktullerin üzerinden alınan örneklerle eşleşmesi doğru kişinin yakalandığını gösteriyordu. Tüm bunlar olmadan önce Başkomiser Buket şüpheliyi görür görmez o olduğuna inanmıştı. Çünkü üç meraklı adamdan biriydi yakalanan. 


Nazım henüz üç kişiyi gördüğünde kim olduğunu anlamış ve onları gözaltına almak istemişti. Aslında sadece birini sorgulamak istiyordu. Aralarında yapılı olan tek bir kişi vardı. Kulübedeki ormancıyı görmüştü. Öyle birini alt edecek biri güçlü olmalıydı. Ve bu özelliklere uyan tek bir kişi vardı üçü arasında. Ancak Buket'in kesin talimatı üzerine tek bir seçenek kalmıştı. Ekip aracıyla anlaştıktan sonra başkomiserle gündüz yaptığı yürüyüşte fark ettiği Ezgi'nin yanına gitmeye karar verdi. Her ne olursa olsun adamı kaçıracak bir şey yapabilirdi. Günün sonunda yüzünde bir gülümsemeyle gelen müdürün tebrik dolu cümlelerini dinliyordu. 


Yalnız kaldıklarında Başkomiser Buket "Güzel bir oyundu," dedi. 


"Balık yemi," dedi gülümseyerek. 


"Katilin olay yerine geleceğinden nasıl emin oldun?" 


"Seri katillerin bir takıntısı vardır. Cinsiyet ayrımı yapmayan, kurbanlarını tanımayan bir katilin yöntemini bulmak için bir çok seçenek eleniyordu. Katil, "Doğa Yürüyüşü" adındaki bir yolu kullanan kişilerden kurbanlarını rastgele seçiyordu. Şimdiye kadar bildiğimiz tüm cinayetlerden ikisi hariç her zaman bu yol yakınında bulundu." 


"Ancak son ikisi bir kulübede işlendi ve yol kulübeye uzaktı." 


"Evet başkomiserim. Ve düzeninin dışına çıkan katil olay yerine gelir. Bu çok yüksek bir olasılıktı. Ve bu olasılığı kullanacak biri vardı." 


Buket gülümsüyordu. "Dedektif Nazım!"


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hazan - Polisiye Öykü

  Süzülerek ayrıldığı daldan uzaklaşan sararmış yaprakların toprakla kucaklaştığı bir gündü. Ayaklarının altında ezilen kuru yaprakların sesi yoldan tek tük geçen otomobillerin gürültüsünde kayboluyordu. Sarı bisikletiyle arkasından gelen kadının zil sesi irkilerek kenara çekilmesine neden oldu. Aslında kaldırımda bile değildi bisikletli kadın. İrkilmesine neden olan düşüncelerinin derinliğinde kaybolmuş olmasıydı.    Küçük bir su birikintisinden geçen tekerlekleri izledi bir süre. Ardından, tutunduğu bahçe çitinin ıslak tahtasından ayırdı ellerini. İzin verdi tekrar ayaklarının yaprakları ezmesine. Kimi kuru kimi yumuşak yapraklar. Tekrar daldı düşüncülerinin derinliklerine. Kaybolmaktan korkuyordu ve yalnız kalmaktan. Yıllar önce kaybettiği ailesinin ardından kimse kalmamıştı yanında. O hariç. Yüzüne bir gülümseme yerleşti, kırık. Bir rüzgar esti usulca arkasından. Soğuk, ensesinden bedenine hücum ederken ürperdi.    Yağmurluğunun başlığını geçirdi. Saçları göğsüne doğru dökülüyordu

306 - Polisiye Öykü

  Kar taneleri usulca yeryüzüne düşerken Nazım şömineye yeni odunlar ekliyordu. Tekrar yerine oturduğunda yanmaya başlayan odunların da seremonisi yavaşça yükseliyordu. Bu sesin kendinde oluşturduğu dinginliği seviyordu. Odunların çıtırtısıyla yüzüne yerleşen tebessümün ardından kurulduğu koltuğunda gözlerini yumarak bir süre göz kapaklarının oluşturduğu karanlıkta şöminedeki ateşi çizdi. Yüzünde ateşin sıcaklığını hissediyordu ve bu sıcaklık bedenini olduğu gibi zihnini de mayıştırıyordu. Neredeyse uyumak üzereydi. Aslında biraz uyumayı da istiyordu. Evinde dinlendiği az zamanlardan birini yaşıyordu. Ancak bu mutluluğu ve rahatlığı az sonra bozacak telefon sesini duyduğunda sinirleri gerilecekti.  Gözlerini açmadan cep telefonuna uzandı ve cevapladı. Karşıdan gelen ses her zamanki gibi telaşlıydı. Nazım bu ses tonunu seviyordu. Buket Başkomiser ne zaman bu tonda konuşsa gizemli bir olay onu bekliyor olurdu ve şuan ki rahatlığını bozmasına sevinçle izin vereceği tek şey çözülmeyi bekle

KAKTÜS

     Bugün yine cam kenarındayım. Gün doğuyor, karanlık çöküyor. Günler birbiri ardına geçerken bir gece daha duruyorum cam kenarında. Seyrediyorum karanlığı. Ay büyüleyici güzelliğini bulutların arkasında saklıyor. Bulutlar ise onun güzelliğini göstermek istiyormuşçasına birbiri ardına kayıyor. Koyu gökyüzü onun güzelliğini herkese göstermek için daha da kararıyor bu gece. Ve ay, canlıymışçasına gözlerini dikmiş beni izliyor. Yüzüne mahzun bir ifade asılı. Işığı bedenimi aydınlattığında içimi aynı ifade kaplıyor. Yalnızlığını hissediyorum yalnızlığımda.      Gözlerimi indirdiğimde evimin sokağına, yaklaşan iki karaltı görüyorum aynı boylarda. Sıkıca giyinmişler. Elleri ceplerinden çıkmıyor. Duman çıkıyor tepelerinden, ikisinin de göğsü inip kalkarken. Omuzları sanki birbirine kavuşmak istercesine sıkı.      Bahçe kapısının yanına geldiklerinde hafiften aydınlanıyor yüzleri. Kadın, beresinin altından dökülen saçlarını omuzlarından geriye atıyor ve aynı hızda ellerini tekrar ceplerine s